Bir milletin ilerleyebilmesi için yalnızca güçlü bir devlete değil, güçlü ailelere, özgür bireylere, köklü kurumlara ve rekabetle keskinleşmiş bir toplumsal dinamizme ihtiyacı vardır.
Tarihin belirli dönemlerinde devletler kendi içlerinden ekonomik ve entelektüel öncüler çıkarabilmiş, farklı aileler ve sınıflar arasında yaşanan güç mücadeleleri bir yandan çatışma üretirken bir yandan da ilerlemenin motoru olmuştur. Oysa Osmanlı İmparatorluğu, bu mücadelelerin doğmasını istememiş; devletin dışında bir güç odağının gelişmesini sistemli biçimde engellemiştir.
Bu yüzden ne ekonomik rekabet oluşabilmiş, ne siyasal denge kurulabilmiş, ne de beşeri sermaye güçlenebilmiştir. Sonuç olarak Osmanlı’nın geri kalışı, yalnızca teknik bir gerilik değil; doğrudan doğruya sınıfsal, yapısal ve zihinsel rekabet eksikliğinin sonucudur.
Avrupa tarihine bakıldığında, her dönemin büyük dönüşümleri arkasında güçlü ailelerin, aristokrat hanedanların ve ticaret sınıfının mücadelesini taşır. Fransa’da devrim, yalnızca bir halk isyanı değil; aynı zamanda soylularla burjuvazinin çatışmasıdır.
İngiltere’de parlamento, yalnızca yasa yapan bir organ değil; aynı zamanda krallıkla ekonomik elit arasında kurulmuş bir denge mekanizmasıdır. Almanya’da sanayi devrimi, bilim insanlarıyla zengin ailelerin işbirliği sayesinde hız kazanmıştır. Bu sistemlerde farklı çıkar grupları birbirini sınırlamış, zorlamış, dengelemiş ve dönüştürmüştür. Bu denge çatışması, toplumun tamamına yayılmış, hukuk gelişmiş, mülkiyet güvence altına alınmış, rekabet meşrulaşmıştır.
Osmanlı’da ise güç daima tek merkezde toplanmış, devletin dışında hiçbir aile ya da sınıfın bağımsız güç üretmesine izin verilmemiştir. Devletin toprağı, serveti, hukuku ve yönetimi üzerinde mutlak tasarrufu olması; ekonomik ve siyasal çeşitliliğin doğmasını engellemiştir.
Toprak sisteminde tımar düzeni, toprağın bireyde kalıcılaşmasını değil, sadakat karşılığı geçici olarak dağıtılmasını esas almıştır. Böylece bir ailenin birkaç kuşak boyunca toprak biriktirip siyasi nüfuz kazanmasının önüne geçilmiştir. Devletin dışında bir aristokrasi gelişmemiştir. Zenginlik biriktiğinde, bir tehdit olarak görülmüş; malına el konulmuş, itibarı sorgulanmıştır. Servetin meşru sayılmadığı bir düzende sermaye birikemez.
Bu yaklaşım sadece ekonomik değil, siyasal bir tercihtir. Osmanlı, merkezileşmeyi sürdürebilmek için taşrada güçlenebilecek aileleri kontrol altında tutmayı, onların büyümesini sınırlamayı seçmiştir. Böylece yalnızca padişah hanedanı kutsanmış, onun dışındaki tüm ailelerin yükselişi potansiyel tehdit olarak kodlanmıştır. Bu durum, toplumsal yükselişin yollarını kapatmış, rekabetin yerini sadakate bırakmıştır. Avrupa’da güçlü aileler birbirleriyle yarışırken, Osmanlı’da bu yarıştan kaçınılmıştır. Çünkü bu yarış, devlete meydan okuyabilecek alternatif odaklar doğurabilirdi. Oysa merkezî otorite, rakip değil, itaatkâr sınıflar istemiştir.
Bu tercihin ekonomik sonucu da sert olmuştur. Güçlü ailelerin gelişememesi, sermayenin de dağılmasına yol açmıştır. Batı’da aileler, ticareti, bankacılığı, sanayiyi ve bilimsel üretimi birlikte yürütmüş; servetlerini eğitimle, kültürle ve siyasetle entegre ederek birer kalkınma odağına dönüşmüştür. Osmanlı’da bu yapı oluşamamıştır. Biriktirilen her zenginlik, bir sonraki kuşağa taşınamamış; sermaye ya devletin el koymasıyla ya da sosyal güvencesizlik nedeniyle dağılmıştır. Böylece zenginlik mevsimlik kalmış; ekonomik kalıcılık sağlanamamıştır.
Sistemin bu yapısı, ticaretin Müslüman tebaanın elinden çıkmasına neden olmuştur. Müslüman halk, devlet kademesinde görev almayı tercih etmiş; ticaret ise gayrimüslim vatandaşların kontrolüne bırakılmıştır. Çünkü Müslümanlar arasında ticaret, zamanla hem değersiz hem de riskli sayılmıştır. Oysa gayrimüslimler, devletin üst kademelerine giremeseler de ticaret alanında serbest kalmışlardır. Böylece ticaret, Müslümanlar açısından hem sosyal hem de siyasal olarak aşağı bir uğraş haline gelmiştir. Bu bakış açısı, girişimcilik kültürünü zayıflatmış; yatırım yapma isteğini törpülemiştir.
Ticaretin gayrimüslimlere bırakılması, yalnızca ekonomik temsil sorununa değil, zihinsel bir kopuşa da yol açmıştır. Müslüman halk üretmeden kazanan, görevle geçinen, devlete bağlı yaşayan bir hayat sürerken; ticaretle uğraşan kesim dışlanmış, ötekileştirilmiş ve sistemin dışında tutulmuştur. Bu ayrım, toplumda ikili bir yapı doğurmuştur: biri devletin gölgesinde yaşayan Müslümanlar, diğeri ticaretle meşgul ama yönetimden uzak olan gayrimüslimler. Böyle bir yapı, toplumsal dayanışmayı zayıflatmış; ekonomik büyümeyi yalnızca belirli çevrelere hapsetmiştir.
Bu sınıfsal kopukluk, Tanzimat gibi reform girişimlerinin tabana yayılmasını da imkansız hale getirmiştir. Gülhane Hattı’nda verilen can, mal ve namus güvenceleri, Batı’daki yurttaşlık kavramının bir benzeriydi. Ancak yurttaşlık, sadece hak değil; aynı zamanda sorumluluk, katılım ve temsil bilincidir. Osmanlı’da halk, bu reformları taşıyacak toplumsal örgütlenmeye sahip değildi. Çünkü sınıf yoktu, burjuva yoktu, hukuk güvencesi yoktu. Bu nedenle reformlar yalnızca bürokratik belgeler olarak kaldı. Ne halk sahip çıktı ne de uygulayıcı kadro vardı.
Beşeri sermaye de bu sistemin gölgesinde zayıfladı. Eğitim kurumları, modernleşmeye ayak uyduramadı. Medreseler, klasik eğitime bağlı kaldı. Tanzimat’la açılan rüşdiyeler, idadiler ve sultaniler; medreselerle birleştirilemedi. Ortaya iki ayrı insan tipi çıktı: biri geleneksel, diğeri Batı’ya dönük. Bu ikilik, fikirde derinlik değil; güvensizlik doğurdu. Eğitimli gençler Avrupa’dan fikirlerle döndü ama bu fikirleri uygulayacak sosyal iklim yoktu. Ne serbest düşünce vardı ne entelektüel destek. Her fikir bireysel kaldı, sistemin içine giremedi.
Liderlik sisteminin zayıflığı, devlet yönetimini de felce uğrattı. Şehzadelerin sancak tecrübesi kaldırıldı. Yerine, sarayda tutulan, siyasetten kopuk padişahlar getirildi. Devletin tepesindeki isimler artık yalnızca soy itibariyle değil, bilgi ve tecrübe itibariyle de yetersiz hale geldi. Bu da kararlarda isabeti azalttı. Bürokrasi saraya, saray ise geleneklere teslim oldu. Yenilik cesareti kayboldu. Hata yapıldığında telafi edecek bir kurum yoktu. Çözüm aranmadı, statüko korundu.
Ekonomik kararlar alacak özel sektör, yatırımı planlayacak sermaye sınıfı, yeni fikirlere yatırım yapacak zengin aileler yoktu. Sanayi yatırımı yapılmadı. Teknolojiye yönelme görülmedi. Matbaa geç geldi. Denizcilik ihmal edildi. Batı borçla büyürken, Osmanlı borçla ayakta kalmaya çalıştı. Düyun-u Umumiye, bu acı gerçeğin sembolü oldu. Devletin gelirlerine el konuldu. Mali bağımsızlık kaybedildi. Devlet, halkından değil, alacaklısından korkar hale geldi.
Toplum içinde yükselen bir sınıf olmayınca, rekabet üretilemedi. Rekabetin olmaması yalnızca ekonomik verimliliği değil, siyasal kaliteyi de düşürdü. Batı’da aristokrat aileler, ticaret yapan burjuvazi ile yarışırken hukuk gelişti, basın güç kazandı, özgürlük alanları oluştu. Osmanlı’da ise bu alanlar hiç açılmadı. Her şeyin yükü devlete kaldı. Devlet yoruldu, hata yaptı, toparlayamadı. Çünkü sistemin kendini onaracak bir refleksi kalmamıştı. Sistemi düzeltecek sınıflar hiç doğmamıştı.
Bugün hâlâ bu mirasın izlerini taşıyoruz. Devletin her şeye karar verdiği, özel girişimin temkinli ilerlediği, yerli sermayenin ürkek olduğu bir ekonomik düzen içindeyiz. Hâlâ zenginlik üretmektense paylaşım kavgası yapıyoruz. Hâlâ güçlü ailelerden korkuyor, onların büyümesini bastırıyor, alternatif düşünceyi tehdit sayıyoruz. Oysa asıl tehdit, alternatifin olmamasıdır. Asıl tehlike, sistemin kendi dışından doğan denge noktalarını engellemesidir.
Bir ülke, farklı ailelerin, farklı sınıfların, farklı kurumların yarıştığı zaman gelişir. Bu yarış, çatışmayı değil, ilerlemeyi doğurur. Osmanlı bu yarışı istemedi. Teklik aradı. Sükun aradı. İtaat aradı. Oysa sükunet, durgunluk doğurur. Durgunluk çöküşe götürür. Osmanlı, rekabeti bastırarak kendi geleceğini de bastırdı. Zenginlikten korkarak yoksulluğa razı oldu. Ticareti küçümseyerek üretimden uzaklaştı. Eğitimde teklik ararken düşünceyi susturdu. Ailelerin büyümesini engellerken bir milletin büyüme potansiyelini de yok etti.
Tarih sadece ne yaptığımızı değil, neyi yapmadığımızı da yazar. Osmanlı’nın yapmadığı en büyük şey, içinden alternatif güç merkezleri çıkarmamaktır. Devleti dengeleyecek, devleti zorlayacak, devleti dönüştürecek aileler, sınıflar, sermaye odakları doğmadı. Bu yüzden rekabet olmadı. Bu yüzden hata düzeltilemedi. Bu yüzden aynı yanlışlar yüzyıllarca tekrarlandı.
Türkiye Cumhuriyeti de bu mirasla doğdu. Yerli ve milli zengini olmayan, asker kökenli yöneticilere sahip ekonomik anlamda ciddi zorluklarla karşı karşıya olan, 50 yıldır kesintisiz şekilde savaşan bir devlet olarak. O yüzden İzmir İktisat Kongresi “Misak-ı İktisadi” olarak ilan edilmişti. Son derece önemli kararların alınmasına rağmen uygulamada sermaye yoksunluğu, Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı nedeniyle başarısız olundu.
Hala Osmanlı’dan miras kalan bu dertlerle yola devam ediyoruz. Bu sebeple de bir türlü ekonomik problemlerimize kalıcı çözümler bulamıyoruz. Dört asırlık geri kalışımızın temelinde benim gözümdeki en büyük neden bunlar.
Hasılı, bir devlet, güçlü olmak için yalnızca merkezî değil; aynı zamanda çok sesli, çok katmanlı ve çok aktörlü olmak zorundadır. Bu aktörleri bastırarak değil, destekleyerek büyütmek, önünü açmak, alternatifler üretmek gerekir.
Dolayısıyla geleceğin Türkiye’si, ancak bu tarihi tespiti yaparak ve ona göre aksiyonlar alarak bahsi geçen zenginliği ve o rekabeti inşa etmek suretiyle güçlenebilir.