Türkiye’de bireylerin altına yönelişi artık bir davranış biçimi olmaktan çıktı, finansal bir refleks haline geldi.
Son haftalık veriler bu refleksin ulaştığı boyutu rakamlarla çarpıcı şekilde gösteriyor. Bireysel yabancı para mevduatının dolar bazında toplam tutarının hemen hemen %50’si, yani 78 milyarlık kısmı altın hesaplarından oluşuyor. Özel sektörün bankalardaki tüm döviz birikimine denk bir rakam bu. Dolayısıyla çerçeveyi sadece bir portföy tercihi olarak okuyamayız. Üzerine eğilmemiz, bunun geleceğe dair duygu, beklenti ve görece güvensizlik karışımının yarattığı bir tablo olduğunu anlamamız gerek.
14 Kasım haftasında gerçek kişilerin altın birikimindeki net artış 2,3 milyar dolar oldu. Son dört haftaya bakıldığında ise kümülatif artış 6,1 milyar doları aşmış durumda.
Tekrar hatırlatalım. Bu sadece altın hesaplarındaki nominal değişim; yastık altındaki varlığı 300-400 milyar dolarlara ulaştığı tahmin edilen fiziki altınlarla bu hesaplar herhangi bir yerde kesişmiyorlar. Tamamen ayrılar.
Aslında ekonomistler, siyasiler, kamu görevlileri, akademisyenler ve daha birçok ilgilisi olarak sürekli halde yastık altındaki potansiyelin büyüklüğü konuşup nasıl ekonomiye kaynak oluşturmasını sağlarız diye tartışıyoruz. Fakat önümüzde, üzerlerinde çok daha hızlı aksiyon alınması mümkün olan ve geleneksel alışkanlıklarımızla da kavga etmeden büyük bir kaynak potansiyeli oluşturabileceğimiz bankalardaki altın hesapları, inovatif yöntemlerle oyuna girmeyi bekliyorlar.
Çünkü bankaların bilançolarında pasif bir yükümlülük olarak durdukları sürece ekonomiye hiçbir fayda sağlayamıyorlar. Halbuki doğru mekanizmalarla aktive edilebilirlerse, Türkiye’nin en büyük yerli finansman kaynaklarından birine dönüşebilirler. Dolayısıyla altının nasıl ekonomiye kazandırılacağı sorusu artık bir teknik detay değil, makro ekonomi yönetiminin ana önceliği haline gelmiş durumda.
Evet, bankalardaki altın pozisyonlarının ekonomiye dönmesi tamamen ayrı bir operasyon ve uzmanlık gerektirir. Çünkü altın, döviz ya da TL gibi doğrudan krediye dönüşen bir varlık değildir. Bir bankanın altın yükümlülüğünü krediye çevirebilmesi için önce TCMB’nin devreye girmesi, ardından menkulleştirme, swap, teminatlandırma, rafineri zinciri sistemi gibi mekanizmaların işletilmesi gerekir. Yani altını sisteme sokmak, dövizi sisteme sokmaktan çok daha zor bir süreçtir.
Türkiye gibi yatırım açığı kronik hale gelmiş bir ekonomide yukarıda bahsi geçen 78 milyar dolarlık bir havuzun yarısı bile finans kaynağı haline getirilebilse bunun etkisi tek kelimeyle devasa olur. Bu nedenle artık rahatlıkla yeni nesil altın mobilizasyon programları kaçınılmaz bir zorunluluk haline geldi diyebiliriz.
Yöntemleri değerlendirecek olursak:
Birinci yol, TCMB’nin altın swap pencereleri açmasıdır. Bankalar topladıkları altını TCMB’ye swap ederek karşılığında TL likidite alabilir. Bu likidite koşullu olarak hem yatırım kredileri hem de ihracat finansmanı için kullanılabilir. Bu görece yapılıyor fakat alt yapısını ve hacimlerini daha büyük kaynakların oluşturulması için düzenlemek lazım.
Daha ilk yoldan not düşelim. Kesinlikle sıradan ticari ya da tüketim konulu bireysel kredilere yönelik kaynaklara dönüşmemeliler. Amaç maksimum yatırım, üretim, teknolojik ilerleme, katma değerli ihracat için kaynak oluşturmak olmalı. Aksi halde teminat gücü ya da itibarı yüksek büyük firmaların verimsiz operasyonlarına kaynak olurlar ve elimize toparlanma için geçen bu büyük fırsat heba olur.
Gelelim ikinci yola, o da menkulleştirme; yani altın teminatlı tahviller oluşturma. Altın karşılığı çıkarılan altın tahvilleri, bankalara uzun vadeli ve uygun maliyetli fonlama sağlar.
Üçüncü yöntem de altın hesaplarının dönüşüm yoluyla TL enstrümanlara aktarılmasıdır. Burada KKM benzeri ama çok daha rasyonel bir modelin yaratılması mümkün. Yine belirli bir kur farkı yükünü devlet üstlenebilir, yeter ki bu kaynaktan çıkan krediler yukarıda belirttiğim amaçlara yönelik olsun.
Altına dayalı dijital varlıklar yani altın tokenizasyonu da önemli bir seçenektir. Bu yöntemle bankalardaki altın mevduatları blokzincir tabanlı tokenlara dönüştürülür ve bu tokenlar reel sektör kredilerinde teminat olarak kullanılabilir.
Böylece altın ilk kez doğrudan üretime bağlanmış olur. Ek olarak SPK izin verirse altın fonlarının portföylerinin belirli bir kısmıyla reel sektör tahvillerine yönlendirilmesi, altının getirdiği güveni üretime yönlendiren bir model yaratabilir.
Tabi ki hepsinde finansman kaynağına dönüşecek olan bu altın merkezli işlemlerde en önemli husus verimlilik ölçümü ve denetim olmalı. Bu finansman kaynağının nerede kullanılacağı KKM döneminde olduğu gibi bankalara bırakılmamalı. Belirttiğimiz üzere ve özellikle kobileri kapsayacak şekilde yatırım, üretim, teknolojik ilerleme, katma değerli ihracat faaliyetleri önceliklendirilmeli. Gerekirse bu krediler devlet tarafından kısmen sübvanse edilmeli, ölçümlerle verimlilik sonuçları değerlendirilmeli, başarılı olanlar kaynaktan daha fazla pay almalarıyla ödüllendirilirken verimsiz sonuçlar üretenler ise bu kaynaklardan uzaklaştırılmalı ve tekrar ulaşmaları için standardizasyonu açıklanan alanlarda dönüşüme mecbur edilmelidir.
Netice itibariyle, coğrafyamızın sarsılmaz bir alışkanlığı olan altın biriktirme meselesinde en azından bankalardakiler için böylesine bir sistem çeşitli yöntemlerle işletilip finansman kaynağı oluşturulabilirse, bu kaynaklar yine tarif ettiğimiz şekilde verimlilik merkezli dağıtılır ve doğru ölçümlerle değerlendirilirse, senelerdir o hayal ettiğimiz yastık altındaki altınların ekonomiye sokulması işi için de büyük bir teşvik ortaya çıkmış olur, ki bu da devasa bir finansman havuzunun oluşmasına giden yolda en kritik başarı olarak görülür diye düşünüyorum.