Üzerine sayfalarca yazabileceğim, saatlerce konuşup tartışabileceğim bir konuyu olabildiğince yalın bir örnekle izah etmeye çalışacağım bugün.
Malumuz geçen gün A Milli Basketbol Takımı, EuroBasket 2025 şampiyonasında finale çıktı, Almanya ile karşılaştığı mücadeleden gümüş madalya çıkarabildi.
Hem öncesi hem de sonrası maç, ülkenin neredeyse ana gündemiydi. Tıpkı A Milli Kadın Voleybol Takımı gibi…
Büyükşehirlerin, illerin ve ilçelerin meydanlarında ekranlar kuruldu, halk ‘dev maçı’ izlemeye davet edildi.
Yer gök kırmızı beyazla donatıldı, marşlar çalındı. Sosyal medyada 7’den 7’e herkes tarafından başarı postları paylaşıldı.
Maç bitti. Takım, ikinci oldu. Yine sevinç, gurur ve tatlı bir gözyaşı ile tebrikler, teşekkürler havada uçuştu.
Biz ikinci olabildiğimiz bir maç için bu kadar gürültü çıkarırken ‘Almanlar ne yapmış acaba?’ diye merak ettim…
Kişi ve kurumların resmi sayfalarını inceledim, gazete ve internet platformlarını taradım…
Almanlar, Türkiye’yi yenip şampiyon oldukları maçı evinde izlemiş… Belediyeler, meydanlara ekran kurmamış…
Kamu kurumları, kamu yetkilileri, siyasiler, sivil toplum temsilcileri, yerel yönetimler ve yerel yöneticiler, sanat ve sepet dünyası, hatta basın dahi bize kıyasla şampiyonluğu hiç umursamamış görünüyordu…
Bizdeki ikincilik kutlamalarının ay yıldızlı, aslanlı, kaplanlı, kahramanlık temalı görselleri olmadığı gibi tebrik mesajları da son derece sade idi…
Şimdi bu durumda Almanlara bakıp lehte ve aleyhte birçok tahlil yapılabilir. ‘Başarıya doymuşlar’ da denebilir, ‘millet olamamışlar’ da…
Tabi bizim öznemiz Almanlar değil kendi toplumumuz…
Bir spor müsabakasına yüklediğimiz anlam, sonucuyla vardığımız duygusal göstermeci tavır sağlıklı mı?
Böyle olaylarda patlayan ‘birlik ve beraberlik’ dışavurumunun aslında toplumsal kopuş kaynaklı olduğu söylenebilir mi?
Toplumun ‘birlikte hissetme’ açlığı öylesine yoğun ki hemen her benzer olayda en hiddetli haliyle ortaya çıkıyor düşüncesi eksik mi?
Bir başka ifadeyle toplum öylesine bölünmüş ki birleşmek için en basit unsura bile sarılıyor denebilir mi?
Toplumun ‘kurtarıcı’ ve ‘kahraman’ fetişi, her platformda kendini gösteriyor diye de yorumlanabilir mi?
Mesela Yunanistan’a karşı alınan galibiyetin, ‘Kurtuluş Savaşı’ konseptli bir kutlamaya dönüşmesi aklıselimle bağdaşır mı?
Öyleyse Almanya’ya yenilmenin ardından ‘Kanuni Sultan Süleyman’ın kemikleri sızladı’ mı diyeceğiz?İkinci olmak bile bir zafer ritüeline dönüşüyorsa bunun tarifi kompleks midir yoksa başarıya açlık mı?
Tabi ki bu durumun nedenselliğini sadece boş vagonlara yüklememek gerek!Bu sosyal sürüklenmenin asıl aktörü lokomotiflerdir!
Siyaset kurumunda en tepeden en dibe kadar herkes, kamu kurumlarının merkez ve taşra teşkilatları, kamu yöneticilerinin hemen hepsi, yerel idareler ve yerel yöneticiler, sivil toplum kuruluşları ve temsilcileri, sanat ve sepet tayfa ile cümbür cemaat hep bir ağızdan kolektif taşkınlığa örnek teşkil eden bir gürültü koparıyor.
Lokomotif ne yöne giderse vagon da oraya sürükleniyor haliyle! Peki, sürüklemesi gereken sürüklenirse ne olur?
İşte buna ifrit oluyorum! Hemen her kamu kurumu sosyal medyada var ve ücretli hesaplar kullanıyor. Ne oldu tasarruf genelgesine!
Valilikler, kaymakamlıklar, belediyeler sanki birer kurum değil de sosyal medya fenomeni gibi temsil ediliyor malum platformlarda.
Bu manzara, ‘popülizm kurumlarımızı hem fiziken hem de zihnen işgal etmiş’ demekten başka nasıl tariflenebilir?
Üstelik ‘iletişim’ konusu olan bu işleri söz konusu kurumlarda ‘iletişim’ ile uzaktan yakından alakası olmayan kişiler yürütüyor.
İletişim fakülteleri her yıl yüzlerce mezun veriyor. Fakat kamu kurumlarındaki basın, medya, iletişim birimlerinde iletişim fakültesinin önünden dahi geçmemiş kişiler çalışıyor.
Bu çarpıklığın düzeltilmesi gerekir! Acaba bu işlere kim bakıyor? Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı mı? Yoksa Diyanet Başkanlığı’nı mı?
İletişim, toplumsal gelişme ve ilerlemenin olmazsa olmazıdır! Başı boş, çarpık eller ve zihinlere bırakıldığında toplumun yalnızca zihin sağlığını değil refah ve huzurunu da baltalar.
Bir an önce ‘Türkiye İletişim Stratejisi’ çizilmeli. Bu stratejinin ana paydaşlarından biri de iletişim mezunları olmalıdır. Bu kapsamda özellikle sayıları yüz binlere dayanan iletişim mezunlarının kamu kurumlarında ve özel sektördeki hakları yasal güvenceye alınmalıdır!
İletişimin doğru tesis edilmediği yerde sağlıklı zihinler inşa etmek mümkün değildir!Yeter noktası çoktan aşılmıştır!
Bu, açık ve net bilindiği halde önleyici ve ıslah edici adımlar atmak yerine daha da dejenere edici tutuma teşne olmak düşündürücü sayılabilir mi?
Ne demeli? Kolektif taşkınlık, yalnızca sporun değil politikanın da kurumsal stratejisinin hem nedeni hem de ürünü müdür?
Akıl değil his rejiminin besleyip büyüttüğü ‘duygusal seferberlik’hali hayali ve sembolik olmaktan öte hangi akılcı sonucu üretmektedir?
Toplumun rüknü, bu geçici duygusal doyumlar mı olmalıdır yoksa köklü kimliği, karakteri ve inancı mı?
Kalıcı ve sağlıklı bir toplumsal bütünlük için gündelik heyecanları değil stratejik akıl ve kurumsal ciddiyetti gözetenlere saygıyla…