Sağlık, paha biçilemez bir nimettir. Çoğu insan, bunun kıymetini kaybetmeden anlamıyor. Sağlığı elden gittiğinde ise acı gerçekle her boyutuyla yüzleşiyor.
Geçen hafta birebir şahit olduğum bir vaka üzerinden ülkemizdeki sağlık sistemine dair görüşlerimi aktarmak isterim.
Kanser hastası 59 yaşındaki bir vatandaş, hastaneye gitmek üzere bindiği toplu taşımada rahatsızlanıyor.
Kalp krizi yaşadığı düşünülerek şans eseri orada bulunan hemşirelerce müdahale ediliyor. Vatandaşın yakınlarına haber veriliyor, ambulans geliyor ve tıp fakültesi aciline ulaştırılıyor.
İlk kontrolde aort damarı yırtığı belirleniyor. ‘Acil müdahale gerektiren’ türden bu teşhise rağmen hasta vatandaş, yoğun bakımlar dolu olduğu için acilde saatlerce bekletiliyor. Yakınlarına ‘her şeye hazırlıklı olun’ deniliyor.
Tabi acilde bir tek o vatandaş yok, adeta ana baba günü. Ambulansların biri geliyor, biri gidiyor. Herkes derdine derman arıyor.
Netice bu kentte (2021) bin kişiye 2 hekim düşüyor, on bin kişi için 26,6 hasta yatağı, 5,1 de yoğun bakım yatağı bulunuyor. Rakamlar bu! Eskiye kıyasla iyileşmiş şartlar bugün yine yetersiz kalıyor.
Doktorlar, hemşireler oradan oraya koşuşturuyor. Sağlık personelinin hakkı ödenmez. Şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun sağlık emekçilerinin gösterdiği çaba saygıyı hak ediyor.
Ama bazen süreç tıkandı mı tıkanıyor! Acilde hastanın yakınları telaşlı, hasta içerde sancılı bekliyor. ‘Ya müdahale edin ya da özel hastaneye sevk edin’ deniliyor ama sevk yapılmıyor.
Devlet hastanelerinde ‘yoğun bakım aranıyor ama yok’ deniyor. Hasta yakınları, dışarıda yetkili bir makama ulaşma derdinde! 
Nihayetinde bir yetkiliye ulaşılıyor. O büyük yetkili devreye giriyor. Hasta için bir başka devlet hastanesinde yoğun bakım bulunuyor ve oraya sevki yapılıyor.
Hasta, sevki yapılan hastanede yoğun bakıma alınıyor. Doktor, kontrolleri süren hastanın yanına gelip nasıl olduğunu soruyor, durumunun kritikliğinden bahsederken ‘seni kimse istemedi, bir tek ben kabul ettim’ diyor.
Nasıl yani? Gerçekten mi? Yani hasta, kimse ilgilenmek istemediği için mi saatlerce bekletildi yoksa yoğun bakım olmadığı için mi?
‘Bir hekim, hastasına bunu nasıl söyleyebilir?’ sorusu akla ilk gelen olsa da ‘sistemde bir keyfilik mi var?’ suali daha fazla anlam içeriyor.
Bu beyandan bir çıkarımda bulunmak belki doğru değil. Ama düz mantıkla vatandaş canıyla cebelleşirken sorumluluk almaktan kaçanlar olduğu söylenebilir.
Yakınlarına ‘durumu kritik, her şeye hazırlıklı olun’ deyip hastayı yukarıdan bir talimat gelene kadar saatlerce acilde bir serum müdahalesiyle bekletmek tıbba uygun bir süreç olmasa gerek.
Yakınları yetkili birine ulaşamasa ve hasta orada hayatını kaybetse buna ‘takdiri ilahi’ mi diyeceğiz?
***
Bu noktada bir parantez açarak ifade etmeliyim ki genel bir tutum olarak ‘vatandaşın işini çözmek adına yetkili birini arama anlayışını’ her zaman sorunlu bulmuşumdur.
Çünkü hem teolojik hem de sosyolojik boyutlarıyla bu tutum, zarar vericidir. Teoloji açısından bakıldığında kendine imtiyaz sağlamak adına yapılan bu girişim bir başkasının hakkını görünür ya da görünmez boyutta gaspa girebilir ki bu vebaldir.
Sosyolojik anlamda da bu eğilim, toplumda eşitsizliğe ve aidiyet duygusunun zedelenmesine neden olur ki bu yönüyle de kültürü çürüten bir marazdır.
Her zaman eğitim, sağlık ve hukuk önünde eşitliği savunan özellikle de piyasalaşma illetine karşı duran biri olarak geldiğimiz vasatta yaşadığımız örneklerle görüyorum ki ‘kamucu politikaları’ savunmak bireysel bir romantik arayıştan ibaret.
Her katmandan insanımız, imtiyaz ve kayırma bağımlısı olmuş ve kendini kurtarma derdine düşmüş durumda.
Toplumsal eşitliği önemsemeyen bireylerin çoğunlukta olduğu ülkede hastası ve doktoru, öğrencisi ve öğretmeni, zanlısı ve hâkimi için tek gerçekliğin ‘benlik/ben kazanımı’ olduğu ortada…
İcra ettiği mesleğin sorumluluk çerçevesini kendiyle sınırlayan anlayış, özelde de kamuda da aynıysa herkesin görmesi ve çözmesi gereken büyük bir sorun var demektir.
Devletin okulunda, hastanesinde ve adliyesinde kamu görevinde bulunan her kişinin görevini yerine getirirken gözetmesi gereken birtakım ödevler vardır. 
Eşitlik de bunlardan biridir. Kamu personeli kadar vatandaş da haklarının bilincinde olarak eşit yurttaşlık ilkesine sadık kalacak tutumlar içinde olmalıdır. 
Ancak görüyoruz ki olması gerekenden çok uzaklaşılmış ve keyfilik, kayırma, imtiyaz ve her türlü rant devşirme genel bir reflekse dönüşmüş…
Öyleyse madem ki biz, vergisini ödeyen sıradan vatandaşlar ‘adamını bulmadan’ eğitimde fırsat eşitliğini yakalayamıyoruz, sağlığa erişimden mahrum kalıyoruz, hukukta piyasaya tabi kalıyoruz o zaman kapatalım gitsin. 
Sosyal devletin olmazsa olmazı denen eğitim, sağlık ve hukuku komple piyasalaştırın herkes rahat etsin. Vergi yükü de hafiflesin…
Parası olan okusun, parası olan şifa bulsun, parası olana göre arabulunsun…
Olur mu? Hadi biraz düşünün… 
*** 
Görevini vatanına, milletine ve devletine bağlılıkla icra eden, sorumluluk alanını her geçen gün genişleterek vatandaşı ayırmayan, kayırmayan, hor görmeyen ve vatandaşın sorununa çözüm üreten, helal kazanç anlayışıyla mesaiden çalmayan, keyfiliğe kaçmayan ve kişisel rant devşirmeyen, kamu malında yetimin hakkını gözeten ve işinin vebalini bilen, ‘Halka hizmet, Hakk’a hizmettir’ anlayışıyla çalışan tüm kamu personeline saygıyla…