Tasarruf, felsefi ve tasavvufi derinliği olan bir kültürdür.
Bazı toplumlar, bunu her katmanıyla içselleştirmiş ve günlük hayat pratiklerine yerleştirmiştir.
Bizim gibi bazıları ise tasarrufu krizde hatırlar. Yumurta kapıya dayanınca aklına gelir. Ve çoğu zaman da tasarrufu nerelerde uygulayacağını bilmez. Sonuçları alttakileri baskılayan bir uygulama olarak kalır.
Özüne baktığınızda tasarruf, kültürümüzdeki israf ve kanaatten ayrı bir anlam ve eylem içerir.
İsraf, ihtiyaçtan fazlasının tüketimini tanımlarken kanaat, ihtiyaçların ve ihtiyaç için gerekli olanların sınırlanmasını tarifler. Bu noktada çoğu insan, tasarruf ile kanaati eş tutar oysa ki bu bir yanılgıdır.
Sofradan yarı tok kalkana kanaatkâr diyebiliriz ama tasarruflu diyemeyiz… (Peki, sofradan yarı tok kalkılır mı? Nedenselliğine bakmak gerekir. Tasavvufi ise evet. Ekonomik ise hayır.)
Tasarruf ölçüdür, verimdir, sorumluluktur, yaşam tarzıdır.
İnsan için temel yaşamsal ihtiyaçlar, tasarrufun konusu olamaz.
Yani temiz hava, temiz su, sağlıklı beslenme, güvenli barınma gibi ihtiyaçları tasarrufa tabi tutamazsınız.
İnsan bu temel gereksinimlerini sınırlı olarak karşılıyorsa bunun adı tasarruf değil yoksulluktur.
Toplumun geneline baktığımızda da ‘tutumlu’, ‘kanaatkâr’, ‘tasarruflu’, ‘ikitsatlı’ diye tanımlanacak eylemlerin ekserisi ‘tasarruf’ kültüründen değil bilakis imkân yetersizliğinden/fakirlikten kaynaklıdır. 
Elbette bunun aksi iyi örnekler de var. Temel ihtiyaçlarını eksiksiz karşılayıp ikinci aşama gereksinimlerinde ölçüyü gözetenler çok.
Öte yandan ‘Cimrilik’, ‘pintilik’ gibi olgular da tamamen ‘tasarruf’ bağlamı dışındadır.
Birey, tasarrufu hangi alanlarda uygulayabileceğini veya uygulaması gerektiğini bilmelidir. Bilmiyorsa tasarruf edemediği gibi birikim de yapamaz birikimi olmayan yatırıma yönelemez. 
Yatırımcı bir toplum olabilmek için öncelikle insanımıza ‘ihtiyaç’ olarak tanımlanan alanda tasarruf yapmaması ve bu alanda yaşadığı darboğazdan çıkış için yollar bulması gerektiğini benimsetmek gerekir.
Mesela mutfak masrafından kısarak yastık altına birikim yapmak, zaruri koşulların sonucu gibi görünse de ekonomi üzerinde bozucu etkiye sahiptir. Ve tasarruf olarak görülemez.
Yine bireysel anlamda bir fakirlik, kişinin kendini bağlar; yani kazancı yetkinliklerine göre şekillenen ve elde ettiği gelir ihtiyaçlarını karşılayamaya yetmeyenler marazı başka yerde aramamalıdır. 
Şüphesiz toplum her ferdinin içinde bulduğu durumdan sorumlu olmalıdır (Suça sürüklenmenin nasıl toplumsal nedenleri varsa fakirliğin de toplumsal sebepleri vardır) ki işte tam da bu sebepten ‘sosyal devlet’ diye bir yapı inşası vardır. 
Bu yapı, kuşkusuz devrededir. Çalışır ve işler durumdadır. Ancak bu yapının kapasitesi nedir? Bunu da düşünmek gerekir.
Artık ihtiyacını karşılayamaz ve borçla yaşar hale gelmiş birey sayısı toplumun yekûnu içinde çok büyük bir orana sahipse ne olur? ‘Sosyal devlet’ tıkanır. 
İhtiyaçtan tasarruf başlar hem sosyokültürel hem de sosyoekonomik bozulma derinleşir. Riskler, tehlikeler, gerilimler artar.
Bizim toplum olarak ihtiyaçlarımızı da tasarruf yapacağımız alanları da yeniden ele almamız, üzerine düşünüp ortak eylemler planlamamız gerekiyor. 
Sadece bireyler için de değil kurumların da bir tasarruf planı olmalı. Bu plan, ihtiyaçları sınırlama olarak görülmemeli. 
Çünkü tasarruf, ikinci bir eylemdir. Önce ihtiyaçlarınızı belirler ve eksiksiz karşılarsınız ardından yapacağınız eylem veya harcamaları en verimli çıktıyı elde edecek şekilde planlarsınız.
Bu noktada toplumumuzda temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çeken insan sayısının fazlalığı karşısında ‘sosyal devlet’in imkân ve olanakları sınırlı kalıyor ve toplumsal dayanışma görülmüyorsa kurtarıcı yöntem tasarruf olamaz. Daha büyük bir uyanış gerekir.
Bu mevcut duruma, yanlış anlaşılmış şekliyle uygulanacak tasarruf günü kurtarmaktan ibarettir.
İhtiyacımız insanımıza, gerçek anlamda tasarruf kültürü kazandırmaktır. 
Devletin kamusal süreçlerde uygulayacağı tasarruf tedbirinin temelinde ihtiyaçlar ve öncelikler olduğu görülüyor. Bu, sevindiricidir. Fakat olması gereken şartı sağlamak da tasarruf olarak lanse edilmemelidir.
Mesela tüm kamu kurum ve kuruluşlarını kapsayan tedbirlere rağmen devletin kültür ve sanat alanındaki varlığını sürdürmesi ‘nerelerde tasarruf uygulanabileceğini’ gösterir niteliktedir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından organize edilen Türkiye Kültür Yolu Festivali buna örnektir… 
Bireysel anlamda ikincil de olsa sanat ve kültür, toplum açısından öncelikli ihtiyaçlardandır. Devletin burada tasarrufu verim temelli değerlendirmesi takdiri hak etmektedir.
Önceki gün Merinos AKKM’de festival için basın toplantısı düzenlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yaşayan Miras ve Kültürel Etkinlikler Genel Müdürü, Türkiye Kültür Yolu Festivali Direktörü Selim Terzi, festival hakkında bilgi verdi.
Terzi’ye kamuda uygulanacak tasarruf tedbirlerinin festivali nasıl etkilediğini sordum. Terzi, festivale yer alan sanatçıların fedakârlık gösterdiği vurguladı ve devlet, sanatçı, özel sektör ele ele vererek vatandaşa kültür sanat hizmeti sunulduğunu söyledi. 
Tasarruf tedbirleri konusunda Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un son derece hassas olduğunu belirten Terzi, festivalin çok büyük maliyetlerle değil uygun maliyetlerle organize edildiğinin altını çizerek “Yapılan festival aynı zamanda kent ekonomisini canlandırıyor. Festivaller, yerli ve yabancı turist hareketliliğine katkı sağlıyor. Getirisi götürüsünden çok çok büyük olacak” dedi. 
Festivale ilişkin ilk tanıtım toplantısına katılan Bursa Valisi Mahmut Demirtaş da farklı şehirlerdeki görev dönemlerinde elde ettiği tecrübelerinden bahisle festivallerin kent ekonomisine önemli düzeyde artı değer sağladığını ifade etti.
İşte budur. Bence Kültür ve sanat da tasarrufun konusu değildir, olmamalıdır. Bu konuda Hükümeti, Kültür ve Turizm Bakanlığını kutluyorum.
Vatandaşa bir soluk olacak festivalin kent ekonomisinde değer oluşturacağına inanıyorum. 
Tasarrufu bir yaşam tarzı olarak benimsemiş ve özellikle de işinde ölçüyü kaçırmayanlara saygıyla…