“Sözüm var, vazgeçemem...” diyordu sanki gökyüzü.
Bir sen, bir ben, bir de gökyüzü. Hepsi ne büyük bir delilik hali... diye not düşmüştü yazar, iki kapak arasındaki sayfaların ilk satırlarına.
***
Eline kağıdı kalemi aldığı zamanlarda her bir cümlenin yabancısı oluyor, hissettiği her duygunun yorgunluğunu yaşıyordu. Kelimeleri yazdıkça harflerin ağırlığı misliyle artıyor kaleminden dökülen her bir mürekkebin altında eziliyordu.
***
Öyle ki sanki bilmediği bir yola çıkmış, öyle ki sanki daha önce hiç duymadığı bir kelimeyi yazmış... Öylesine mağrur, öylesine sözcüklerin feleği şaşmış.
Kendi içinden geçtiği zifiri karanlık gecede geleceği olmayan bir şimdiyi yazıyordu aslında, yazar...
***
Daha önceki bir yazısında “Geçmişi olmayan bir geçmişin içindeyim... ” demişti. Hakikaten de öyleydi. Saçlarının uçlarında geçmişin izlerini taşıyor, iki dudak arasında ise yutkunduğu özlemleri gizliyordu.
***
Şimdi sırası değildi ama yine de o bildiğini yazacak, bildiğini okuyacaktı. Sözünü geçiremediği bir kendi vardı. Bir kere doğum sancısı gibi aklına düşmüştü sevdiği, illa ki yazacak illa ki içini dökecekti.
***
Yanlışlarının gölgesinde oturmuş, eline kalemini almış başlamıştı yazmaya. İnkar da etse hükmü yoktu, biliyordu. O yüzden inkar etmiyor aksine kabulleniyordu kimseye söylenmemiş ve hala yazılmamış olan düşlerini.
***
İnsan düşledikçe mahcup olur muydu? Tuhaf ama o özledikçe, düşledikçe mahcup oluyordu. Elmacık kemiklerinde ince bir sızı hissediyor, sol yanında hızlı bir çarpıntı ile yaprak gibi titriyordu.
***
Kalemini avuçlarının içine alarak özlediğine sarılır gibi kalemine sarıldı ve herkesin kendinden bile sakladığı o derin yalnızlıkların sözcüsü oldu, yazar...
***
Ve yazdı:
Bu yazdığım ilk yazı değil son yazı da olmayacak elbette.
Yazma deme bana, bunun sözünü sana veremem.
Kendime sözüm var, yazmaktan vazgeçemem...
Kalemime sözüm var, senden vazgeçemem...
Gökyüzüne sözüm var, delilikten vazgeçemem...