LUTTWAK’IN GÖZLÜĞÜNDEN TRUMP VE TÜRKİYE

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte dünyanın büyük güçleri, top namlularının sustuğu, askeri üslerin anlamını yitirdiği ve orduların sessizleştiği bir döneme adım attı.

Abone Ol

Ancak bu sessizlik, çatışmanın bittiği anlamına gelmiyordu. Edward N. Luttwak, bundan otuz beş yıl önce kaleme aldığı makalesinde, savaşın mantığının yer değiştirdiğini; artık tankların ve uçakların değil, ticaretin ve sermayenin yeni silahlar olduğunu öngörüyordu.

Ona göre dünya, “jeoekonomi” çağına girmişti. Devletler artık sınırlarını silahla değil, pazar paylarıyla savunuyor, zaferlerini orduların değil, ihracat rakamlarının belirlediği bir düzende yaşıyordu.

Luttwak’ın bu öngörüsü bugün, küresel sistemin her köşesinde yankılanan bir gerçek haline geldi.

Amerika ile Çin arasındaki teknoloji savaşı, Avrupa’nın enerji politikaları, Japonya’nın sanayi korumacılığı, hatta küçük ülkelerin dijital vergilendirme stratejileri bile bu yeni savaşın sahneleri haline geldi.

Jeoekonomi, Luttwak’ın tanımıyla savaşın mantığının ticaretin dilinde sürmesidir. Yani artık güç, doğrudan askeri saldırılarla değil, ekonomik araçların stratejik kullanımıyla test edilir.

Bir ülke başka bir ülkeye füze fırlatmaz ama ihracatına gümrük duvarı diker, finansal sistemine yaptırımlar uygular, rakibinin şirketlerine karşı kendi kamu fonlarını devreye sokar.

Bu yeni çağda, savaş meydanı finans piyasaları, enerji koridorları, veri ağları ve patent ofisleridir. Luttwak’ın “mantık” ve “gramer” arasında yaptığı ayrım da tam burada önem kazanır. Kendisi savaşın mantığının çatışmanın kaçınılmazlığı olduğu hususundaki görüşleriyle meseleyi temellendirir.

Ticaretin grameri ise pazarlık, rekabet ve tabi ki kar üzerine kurulu bir dile aittir. Devletler artık savaşın mantığını koruyarak, bu gramer içinde mücadele etmektedir.

Yani bu alandaki tüm dönüşüm, devletlerin doğasıyla yakından ilişkilidir.

Luttwak’a göre devlet, varoluş nedenini tarihsel olarak savaşta bulmuştur. Onu ayakta tutan, güvenliği sağlama ve dış tehdide karşı durma içgüdüsüdür. Dolayısıyla savaşın askeri biçimi azaldığında bile devletin çatışmacı refleksleri yok olmaz, sadece biçim değiştirir.

Devletler artık vergi, düzenleme, teşvik, altyapı ve teknoloji politikaları aracılığıyla birbirlerine üstünlük kurmaya çalışır. Japonya’nın elektronik ve otomotivdeki korumacı bariyerleri, ABD’nin yüksek teknoloji ihracatına koyduğu kısıtlamalar, Avrupa’nın kendi endüstrisini Çin’in ucuz mallarına karşı savunması bu yeni savaş biçiminin örnekleridir.

Her devlet, sınırlarının içinde ekonomik kazancı maksimize etmeye, dışarıda ise rakiplerinin hareket alanını daraltmaya çalışır.

Bu tablo, özel sektör için de yeni bir belirsizlik çağı anlamına gelir. Luttwak, büyük şirketlerin artık yalnızca piyasa koşullarıyla değil, devletlerin stratejik hedefleriyle de yarışmak zorunda kaldığını belirtir.

Bir ülkenin teknoloji devi, başka bir ülkenin kamu fonlarıyla desteklenen rakip projeleri karşısında kısa sürede geride kalabilir. Devletin bu süreçteki rolü çift yönlüdür: hem kendi şirketlerini “seçilmiş araç” olarak kullanır hem de onların lobileriyle yönlendirilen bir güç haline gelir. Şirket ile devlet arasındaki bu simbiyotik ilişki, jeoekonominin belki de en hassas cephesidir.

Artık kim kimi kullanıyor, belli değildir; devlet şirketi mi, yoksa şirket devleti mi yönlendirir, sorusunun cevabı giderek bulanıklaşmıştır.

Jeoekonomik çağın bir diğer özelliği, savaşın araçlarının değişmesidir. Artık silahlar ihracat kotaları, standart belirleme kurumları, patent savaşları, teknoloji yasaları ve finansal yaptırımlardır. Rakip ülkenin ürününe gümrük vergisi koymak, onun üniversitelerine veri erişimini kısıtlamak, veya stratejik bir sektörde kendi şirketine milyarlarca dolar sübvansiyon sağlamak, doğrudan bir saldırı kadar etkili sonuçlar yaratabilir. Bu, klasik savaşın sıfır toplamlı mantığını sürdürür, ancak kurşun yerine kural, cephe yerine tedarik zinciri, komutan yerine merkez bankası kullanılır.

Luttwak’ın dikkat çektiği bir başka nokta da bu dönemdeki “görünmez silahlanmadır.” Soğuk Savaş’ın nükleer caydırıcılığı nasıl açık bir denge yaratmışsa, bugün de ülkelerin teknolojiye, enerjiye ve veriye yaptığı yatırımlar aynı caydırıcı mantıkla işler.

Bir ülke, rakibine doğrudan savaş açmak yerine onun kritik tedarik zincirini kesmeye çalışır. Çip üretimi, yapay zeka yatırımları, nadir madenlerin kontrolü ya da dijital ödeme altyapılarının yaygınlığı, artık ulusal güvenliğin parçasıdır. Bu nedenle günümüzün en önemli stratejik kurumları savunma bakanlıkları değil, sanayi ve ticaret bakanlıklarıdır.

Luttwak, makalesini yazdığı 1990 yılında henüz internet ekonomisi doğmamış, Çin dünya ticaret örgütüne girmemiş, Avrupa tek para birimini kullanmaya başlamamıştı.

Buna rağmen öngördüğü tablo bugün birebir karşımızdadır. Devletler, askeri cephelerde değil, ekonomik alanlarda güç mücadelesi veriyor. NATO’nun yerini tedarik zinciri ittifakları, savaş bütçelerinin yerini teknoloji fonları, askeri üslerin yerini veri merkezleri aldı. Artık “dost” ve “düşman” ayrımı, ihracat izinleri ve yatırım kısıtlamalarıyla tanımlanıyor.

Bu yeni dünyada, “jeoekonomi” kavramı yalnızca akademik bir tanım değil, yaşadığımız düzenin gerçeği haline geldi. Savaşsız bir dünya hayaliyle girilen 21. yüzyıl, aslında savaşın biçim değiştirdiği bir dönem oldu.

Luttwak’ın deyişiyle, “savaşın mantığı hala aramızda, yalnızca ticaretin dilinde konuşuyor.”

Bugün ülkeler silah değil sermaye, asker değil mühendis, siper değil tedarik hattı kullanıyor. Zafer artık toprak kazanmakla değil, pazar kazanmakla ölçülüyor.

Dünyanın sessiz görünen bu yeni savaşı, belki de tarih boyunca süren en derin, en karmaşık ve en kalıcı çatışma biçimi olarak önümüzde duruyor.

Luttwak’ın gözlüğünden bakıldığında, Donald Trump’ın davranışları da bu yeni savaş düzeninin doğasına bütünüyle uygun olduğu anlaşılıyor.

Onun ticaret savaşları, korumacılığı, müttefiklerine bile rakip gözüyle bakması, aslında irrasyonel değil; jeoekonomik çağın rasyonel refleksleri gibi aslında.

Trump, klasik diplomasiyi bırakarak devletin “ekonomik savunma refleksini” yeniden inşa etmiş, ticareti bir dış politika silahı haline getirmiş durumda. Güney Kore’ye tüm dünyanın gözü önünde kestiği 350 milyar dolarlık haraç bu alandaki ilk büyük başarısı oldu. Yöntem ne olursa olsun bir şekilde başarı sağlamış durumda artık.

Çin’le yaşadığı sürtüşme, Avrupa’ya yönelik baskılar, Amerikan şirketlerini yeniden ülke içine çağırma politikası…

Bunların hepsi Luttwak’ın tarif ettiği sıfır toplamlı mantığın güncel tezahürleridir. Trump’ın arkasındaki zeka, savaşın artık tanklarla değil tarifelerle, askeri üslerle değil vergi duvarlarıyla yürütüldüğünü çok erken kavramış güçlerin konsensüsü.

Hasılı bize deli işi gelen Trump’ın ekonomik milliyetçiliği bir popülizm değil, bir güvenlik politikası olarak kurgulamış olabilir.

Üretimi ülke içine çekmek, stratejik sektörlerde bağımsızlığı sağlamak, dış ticaret açığını azaltmak gibi hedefler, Luttwak’ın “jeoekonomik caydırıcılık” dediği yeni güç denkleminin güçlü araçları.

Bu nedenle Luttwak’ın gözlüğünden bakınca Trump’ın politikaları yüzeyde kaotik görünse de, derinde son derece planlı ve tutarlı bir stratejik vizyon taşıyor olabilir.

Bu açıdan düşününce savunma sanayisinde gösterilen başarı kadar, enerji bağımsızlığı (başta yeşil enerji alanı olmak üzere), teknoloji yatırımları, yapay zeka ve veri egemenliği alanlarında da ulusal güvenliğin parçaları haline gelmelerinden ötürü başarıya ne kadar çok ihtiyacımız olduğu daha net ortaya çıkıyor.

O sebeple Luttwak’ın tarif ettiği jeoekonomik mantık, Türkiye için çok açık bir uyarı ve aynı zamanda net bir hedef olmalı.

“Pazar payı artık toprak kadar değerlidir.”

Kendi üretim gücünü, stratejik fonlarını, finansal istihbaratını ve uluslararası ekonomik ilişkilerini bu yeni savaş düzenine göre planlayan ülkeler kazanan tarafta olacağından Türkiye’nin de acil ve sıkı adımlar atma ihtiyacı her geçen gün büyüyor….

{ "vars": { "account": "G-2WKLC3DMKW" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }