Dün nihayet yağmurlu günlere adım attık diyebilirim. Yağmurun tatlı serinliği insanın ruhunu yatıştırıyor. Bir bakıma düşünceleri de temizliyor. Tabi bazı insanları da hüzünlendiriyor.
Yağmur başladığı an, “Aman bana ilişmesin” der. Nihayetinde sakınırsın, emniyette ve kuru kalmak için elinden geleni yaparsın, ama baktın olmuyor, baktın ki yağıyor salarsın kendini.
Sadece üstün başın değil ruhun bile ıslanır o damlaların altında. Tertemiz damlalar da ruhundan nasibini alır. Ruh ve elbise temizlenir de ya beden?
Evet sevgili dostlar bu minvalde Cuma yazılarımıza bu haftada yazma şerefine nail olabildik hamdolsun. Bir hikâye ile başlayacağım bugün. ŞEREFLE YAŞAMAYI anlatmak için!
Bir gün, cömertliği ile ünlü HATEM TAİ’ye şöyle bir soru sorarlar; “Dünyada, kendinden daha cömert, daha gönlü zengin birini gördün ya da işittin mi?” diye.
Bunun üzerine HATEM TAİ de şöyle bir olay anlatır; “Bir gün kırk deve kestirmiş, Arap beylerini davet etmiştim. Herkes yemek içmekle meşgul iken, atıma binip sahranın bir tarafına doğru gezmeye gitmiştim. Baktım ki bir kimse, dikenleri kırmış, bir yığın yapmış. Yaklaşarak sordum ‘Arkadaş! Niçin Hatem’in ziyafetine gitmiyorsun? Halk onun sofrasına toplanmış…” dedim.
Oduncu, hemen cevaplamış; “Her kim kendi elinin emeğini yerse, Hatemi Tai’nin minnetini çekmez!”
Ve bu konuşmanın sonunda HATEM TAİ şöyle bir değerlendirmede bulunmuş; “İşte ben o kişiyi, himmet (çalışma, çabalama) ve ŞEREFİNİ KORUMA hususunda, kendimden daha yüksek gördüm,”
Evet dostlar; çalışmak, çabalamak ve ŞEREFİNİ KORUMAK. İşte bütün mesele budur. Ömrünü; çalışmanın hem bu dünya hem öteki dünya için şart olduğunu anlatmakla geçiren Mehmet Akif Ersoy, bu konuda Nevruz isimli şiirinde şöyle bir ikazda bulunur; “İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz? / Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işte gerek!/ Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme / Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek!”
Ne yazık ki, ırkına, yani atasına çeken ve yiğitliğin İŞ YAPMADA olduğunu, gereği kadar bilen bir nesil yetiştiremedik gibi geliyor bana. Bilmem katılır mısınız bana?
Bakınız, ne diyor bu konuda atalarımız; “İşine hor bakan, (sanatını hor gören) boynuna torba takar. Taşıma su ile değirmen dönmez. Elden gelen övün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. Sokma akıl sekiz adım gider. Koyma akıl akıl olmaz. Borçsuz çoban yoksul beyden yeğdir. Borç yiyen kesesinden yer....”
Peki, öğrettik mi biz bunları? Maalesef, yiğitliği KAÇMADA ve KAYTARMADA bulan, işe gelince SIVIŞAN, ama aşa gelince girişen ASALAKLAR yetiştirdik.
Çok uzaklara gitmeyin. Girin bir kamu kurumuna, özellikle belediyelere. Devletten beslenen onlarca ASALAK yani BANKAMATİKÇİ görürsünüz. Sayıları da gün geçtikçe artıyor.
Rüşvet, torpil, adam kayırma, tefecilik, bölgecilik, belgecilik, akrabacılık, mezhepçilik, çetecilik, efelenme, ideolojik tercihçilik başını alıp gitmiştir.
Bunları söyleyince kızıyorlar. İyimser ol, bardağın dolu tarafına bak, diyorlar. Mesela devletin malında tüyü bitmemiş YETİMİN HAKKININ olduğunu, gel de söyleme. O, devletin malının deniz olduğunu düşünüp bir dalıyor. Dalış, o dalış.
Borç yiğidin kamçısı imiş. Bizimki hırsla bir yiyor; iki seksen yerde. Büyük şair ve hikmet adamı Fuzuli de yakınmıştı bu durumdan. Ve demişti; “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil!” diye.
Onun için susmayacağız ve söyleyeceğiz, söylemeye devam edeceğiz. Uzakları da tuzakları da, kızakları da anlatacağız. Aklımızın erdiğince, dilimizin döndüğünce. Gönülden, kimseden bir teşekkür bile beklemeden.
Anlatalım ki, ikide bir namerde muhtaç olmayalım. Baksanıza, birileri “HÖT” deyince feleğimiz şaşıyor! Yiğitliğin kaçmaktan değil çalışmaktan geçtiğini belleklere kazıyalım.
Borç alanın, bir gün akıl almaya da başlayacağını bileceğiz. Ne gavurun ekmeğini yiyeceğiz ne de kılıcını sallayacağız! Bize yaraşan, çalışmak ve ŞEREFİMİZLE YAŞAMAKTIR.