EKONOMİK İSTİKRAR VE SOSYAL REFAH KISKACINDA TÜRKİYE

Türkiye ekonomisi 2026 yılına dair açıklanan 28.075 TL’lik asgari ücret rakamıyla birlikte, iktisadi rasyonalite ile toplumsal beklentilerin tam ortasında, oldukça hassas bir denge sınavına giriyor.

Abone Ol

Bu rakam artık sadece bir ücret düzenlemesi değil, aynı zamanda enflasyonla mücadelenin önümüzdeki iki yılını şekillendirecek olan makroekonomik stratejinin en somut yansıması olarak tüm toplumsal riskler göz önünde bulundurularak belirlenmiş durumda.

Ekonomi yönetiminin beklenen enflasyon odaklı yaklaşımı, bir yandan fiyat istikrarını kalıcı kılma hedefini taşırken diğer yandan hanehalkı bütçesi üzerinde son yılların en ciddi testlerinden birini başlatıyor. Bugün gelinen noktada, rakamların teknik analizi ile sokağın gerçekliği arasındaki makas ekonomi politikasının başarısı için en kilit gösterge haline gelmiş durumda.

Asgari ücretin masaya gelmeyen Türk-İş tarafından Kasım 2025 için açıklanan 29.828 TL’lik açlık sınırının altında kalması, kuşkusuz en çok tartışılan ve üzerinde düşünülmesi gereken mesele olarak karşımızda duruyor.

Tarihsel olarak bakıldığında, 1980, 1994 ve 2001 gibi yapısal dönüşüm ve kriz yıllarında görülen bu tablo, ekonomideki soğuma ihtiyacının ne denli öncelendiğini gösteriyor. Ancak bu durumu sadece bir yoksullaşma verisi olarak okumak yerine, enflasyon ataletini kırmak adına atılan radikal bir adım olarak da değerlendirmek lazım. En azından şimdilik…

Hükümet ve Merkez Bankası, geçmiş enflasyonun getirdiği maliyet artışlarını geleceğe taşımak yerine gelecekteki düşük enflasyon hedefine uyumlu bir gelir politikası kurgulamayı tercih ediyor. Bu ileri bakışlı endeksleme yöntemi teorik olarak ücret-fiyat sarmalını durdurmayı amaçlasa da başlangıç noktasındaki açlık sınırı farkı toplumsal dayanıklılığın sınırlarını zorluyor. Çünkü bir önceki sene de %45’e yakın enflasyon rağmen “hedeflenen enflasyon” bayrağı açılıp %30 zam yapılmış ve sene sonuna kadar asgari ücretliler ve komşu ücretliler bu aya kadar bir refah kaybı yaşamıştı.

Meselenin bir diğer boyutu da Türkiye’nin ücret yapısındaki kitleselleşme sorunu var elbette. DİSK’in verileriyle somutlaşan asgari ücretli toplumu haline geldiğimiz gerçeği, bu rakamın artık sadece vasıfsız iş gücünü değil, toplumun kahir ekseriyetini doğrudan ilgilendiren bir referans ücret haline geldiğini kanıtlıyor.

Çalışanların yüzde 80’inden fazlasının asgari ücretin iki katı ve altında bir gelirle yaşamını sürdürüyor olması yapılacak her türlü yüzdesel sapmanın çarpan etkisini ciddi şekilde büyütüyor. Yani bu yapı içinde asgari ücretin reel olarak gerilemesi sadece en alt gelir grubunun değil orta direk olarak tabir edilen kesimin de yaşam standartlarının hızla aşağı çekilmesi anlamına geliyor. Eğitimli iş gücü ile giriş seviyesindeki ücretlerin birbirine bu denli yaklaşması, uzun vadede beşeri sermayenin niteliği ve iş gücü piyasasındaki motivasyon dinamikleri açısından korkutucu bir dinamite dönüşme potansiyeline sahip.

Elbette, enflasyon beklentilerindeki ayrışma ise bu politikanın önündeki en büyük bariyer olarak duruyor. Bir tarafta Merkez Bankası’nın bir ay sonra güncellemek zorunda kalacağı %16’lık ara hedefi ve Orta Vadeli Program’ın iyimser senaryoları, diğer tarafta ise reel sektörün ve hanehalkının %50’lere dayanan hissedilen enflasyon gerçeği var. Bu psikolojik uçurum, asgari ücret artışının yeterliliği konusundaki algıyı doğrudan olumsuz etkiliyor.

Sanmıyorum ama eğer 2026 yılı boyunca baz etkisi ve yönetilen fiyatlardaki disiplin sayesinde enflasyon gerçekten %20’lerin altına hızlı bir iniş sergilerse, bugünkü düşük artışın yarattığı tahribat yılın ikinci yarısında bir nebze telafi edilebilir. Ancak gıda ve barınma gibi temel ihtiyaç maddelerinde fiyat artışları beklentilerin üzerinde seyretmeye devam ederse, asgari ücretlinin 2026 boyunca yaşayacağı reel kayıp ekonomik olduğu kadar sosyal bir maliyete de dönüşebilir.

Ekonomi yönetiminin 2026 stratejisinde, tüketici sepeti güncellemeleri, yeniden değerleme oranlarının görece düşük tutulması ve ithalat politikalarıyla fiyat baskılanması gibi enstrümanların daha etkin kullanılacağı şimdiden açıkça anlaşılıyor. Bu kontrollü soğuma süreci, iş dünyasının fiyatlama davranışlarını disipline etmeyi hedeflerken hanehalkının alım gücünü bir tür istikrar çıpası olarak konumlandırıyor. Yani enflasyonu düşürmenin ana yakıtı, bu senaryoda iç talebin sert bir şekilde kısılması oluyor. Ancak burada enflasyonun düşmesi, tek başına toplumsal refahın geri gelmesi için yeterli midir, diye de sormak lazım. Geçmiş yılların kayıpları telafi edilmeden varılacak bir düşük enflasyon platosu yoksulluğun kalıcılaştığı bir yeni normal yaratabilir, ki bence en iyi ihtimalle birkaç sene bunu yaşayacağız.

Evet, ekonomi yönetimi kısa vadeli sosyal maliyeti göze alarak uzun vadeli bir enflasyon düşüşü hedefliyor. Rakamlar da bu tercihin çalışan kesim üzerinde ciddi bir baskı oluşturacağını net bir şekilde ortaya koyuyor. 32 ay gibi rekor bir süreye yayılan enflasyonla mücadele süreci 44. ayın sonuna varıldığında, eğer bu acı reçete ile bize %20’nin altını gösterirse bugün yaşanan erime bir şekilde unutulur gider.

Fakat hedeflerin sapması ve bu sene olduğu gibi merkez bankasının yıl başındaki hedefleriyle yıl sonundaki hedefleri arasında %30’lara varan bir itibar açığı oluşması durumunda ise hem reel ücretlerdeki bu tarihi kayıp hem de dar gelirli kesimin omuzladığı yük, toplumsal gelir adaleti tartışmalarını çok daha sert bir zemine taşıyabilir.

Ezcümle, 2026, Türkiye için sadece bir takvim yılı değil, aynı zamanda iktisat politikasının sosyal vicdanla girdiği en büyük hesaplaşma yılı olacak gibi gözüküyor…

{ "vars": { "account": "G-2WKLC3DMKW" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }